10 Mart 2014 Pazartesi

Cle #3 ve hatta belki 4-5? Haruki Murakami - 1Q84

Her şey A.'nın "1Q84'ü oku İngilizce öğrenmiş olursun; çok güzel çevirmişler İngilizce'ye mükemmel." demesiyle başladı. Vermem gereken bir İngilizce muafiyet sınavı olduğu için, bari alıştırma olur diye başladım okumaya. Az sonra okuma aşamalarımı göreceksiniz. Bence kitabın hikmeti buradan anlaşılabilir.

Ocak başında başladığım kitap, Ocak sonuna kadar iyi gitmişken, birden bire elimde sürünmeye başladı. Allah'tan tabletten okuyorum, yoksa çok acı dolu bir sürünme olurdu.
Neyse ki 1 aylık boşluktan sonra son 10 günde kitabın yarısından fazlasını okuyarak bitirdim.

1Q84 okuduğum ilk Haruki Murakami kitabı. Başka okur muyum çok emin olamıyorum. Çünkü kitabı okumamdaki birinci etken akıcı bir İngilizceyle çevrilmiş olmasıydı. Biraz ödev yapar gibi başladım açıkcası. Ama bu durağan anlatımı her zaman kaldıramayabilirim.

İnternete bakındım; spoiler vermeden nasıl konusundan bahsedebilirim diye. Herkes kitabın uzunluğundan, şeklinden şemalinden bahsettiği için hakkında -en azından sözlüklerde- çok bişi yok. Biraz var, ama çok değil.

Bizde tek baskı olarak çıkan kitap aslında 3 ayrı kitaptan oluşuyor; Nisan - Haziran, Temmuz - Eylül, Ekim- Aralık. Kitaplar Aomame ve Tengo'nun bölümlerinden oluşuyor, bölümler sıralı, tüm olaylar yaklaşık olarak bu iki karakterin bakış açısından anlatılıyor. Aslında bunların hepsi internette bulabileceğiniz şeyler.

Ben kitapla ilgili kendimce düşüncelerimi yazayım en güzeli. Birincisi ben farklı ülkelerdeki insanların yeme alışkanlıklarını ve günlük rutinlerini çok merak ederim. Haruki Murakami bu merakımı "oldukça" mükemmel bir şekilde gideriyor. O kadar ki bugün gitsem hiç sıkıntı çekmeden 1984 Tokyosunda şahane yaşarım. Nereden ne alacağımı, hangi yolun hangi yola bağlanacağını bildiğim gibi ne yenir, ne içilir, evde nasıl yaşanır, NHK ödemesinden nasıl yırtılır bunları da biliyorum.

Bir çok sevdiğim yazarın aksine (misal Palahniuk) bu bilgileri bize birden bir beyin fırtınası şeklinde vermiyor Murakami; devamlı tekrar ederek, neredeyse karakterlerin her kendi bölümünde tekrarlayarak hem onların hem çevrenin gündelik yaşantısını beynimize kazıyor. Bu da bu kitabın filme çekilme ihtimalini azaltıyor bence.

Çünkü bu okurken azıcık baygınlık veren tekrar ve sıradanlık, iki ana, Aomame ve Tengo, ve diğer karakterlerin de ne kadar yalnız olduklarını anlamamızı sağlıyor. 3. Kitabın sonunca İshukiwanın dediği gibi "Yalnız bir adam giderek daha da yalnızlaşır."

Karakterlerin hepsi tabii ki geçmişinde darbe yemiş, sert değilse bile derin darbeler almış, kendilerince bunlarla mücadele eden kimseler. Aomamenin yaşamla savaşı ile Tengonun savaşı sanki kadın ve erkek rolleri değişmiş gibi. Aomame daha hareketli, yüksek riskli ama dikkatini de her daim toplamasını sağlayan bir hayat yaşarken, Tengo neredeyse yaşamıyor, ev-okul-evli kız arkadaş-editörlük dörtgeninde neredeyse yok gibi.

İlk kitap, gerek karakterler gerekse olaylarla ilgili yeterli bilgiyi veriyor. O yüzden okuma hızıma baktığımızda ilk kitabı da göreli olarak mantıklı bir sürede bitirdiğimi görebilirsiniz. Ama ikinci kitap! 2/3lük kısmı o kadar yavaş bir şekilde ilerliyor ki, neredeyse bir şey olmuyor. Çünkü her bölümün başında karakterin rutinini, defalarca dinlediğiniz iç düşüncelerini okumaktan yorulduğunuz anda, karakter çok önemli bir bilgiye ulaşıyor ya da gazetede bir şey okuyor. Ayrıca cep telefonu ve internetin olmadığı o dünyada da iletişim mükemmelen kuruluyor. Bunun hatırlamak ve olabileceğini bilmek beni rahatlattı açıkcası. İkinci kitabın sonu ile 3. kitabın sonu arasında yaklaşık 700 sayfa vardı, ama 10 günde bitti işte. İşlerin nasıl bir hal aldığını buradan anlayabilirsiniz.

Yazar açtığı hemen hemen her parantezi kapatmış, bunu yapacağını da ikinci kitabın sonlarında anlıyorsunuz. O yüzden ikincinin sonu ile 3.yü okumak çok daha dikkat istiyor. Aomamenin çocukluğundan, Tengonun ailesine, Lider ve Eriko Fukada'dan, Dowager'a ve caaanım Tamaru'ya kadar, aklımıza attığı her çentiğin içini iyi/kötü dolduruyor. Benim kafamda soru işareti yok sanırım, biraz daha düşününce çıkar belki, ama yok, mızmız sürekli bahsettiği konuların hemen hepsine açıklık getirdi.

Kitabın sevdiğim bir yanı da, muhteşem tesadüfler oluyor. Amerikan filmleri ya da bizim saçma dizilerimiz gibi karakterler, birbirinin yanından 100bin kere geçip, tam birbirini görecekken ayrılıp, kaderin savurmasıyla saçma sapan dallı budaklı yollara sapmıyorlar.

Tesadüfler "oha bu da olmaz artık" dedirtse de 1Q84 yılında, gök yüzünde çift ay varken her şey olabiliyor. Ve bu olanlar, pek çoğu tesadüf, eldeki bilgileri takip edip varılan sonuçlar değil, sezgileri dinleyerek ulaşılan yeni sezgiler. Yaşadıkları hayatın zıtlığına rağmen, Aomame algılamakta çok iyiyken, Tengo ne yalan söyleyeyim biraz geriden geliyor, kendisine atfedilen parlak, zıpkın gibi fişek gibi öğrenci sıfatının yanındaki büyük matematikçi titri de bazen kurtarmıyor ne yalan söyleyeyim. Belki de erkek beyni böyledir, sayıları düşünmek olan bitenin arasındaki bağlantıyı düşünmekten daha basittir (kitabı okuyacaksanız, bu son cümlemi dikkate almanızı öneririm.)

Tengo ve Aemame arasındaki 20 yıl birbirlerini görmemelerine rağmen süren bağ, adına isterseniz aşk deyin, ilk başlarda komik gelmişti. Ama sonra ikisinin dünyasını anlayınca, biz yalnızlığın dibine asla vurmamışların anlayamayacağı bir ortaklığa sahip olmaları normal geldi.

Kitaptaki en sevdiğim karakter, şüphesiz Tamaru'ydu. Sakinliği, kendinden eminliği, gönderme manyağı halleri, pis bir işin içindeyken bile vazgeçmeden edebiyattan bahsedebilmesi, ama her şeyin ötesinde o kendi içine kurduğu şahane dünyası nedeniyle, evet ben en çok Tamaru'yu seviyordum. Kauçuk ağacım olsa ona emanet ederim.

Ve Aomame'nin dediği gibi "Dolu silah bazen patlamaz."

Gözünüz yiyorsa okuyun, 1200 küsür sayfa, Türkçe çevirisi de bence güzel.

Yalnız söylemeden geçemeyeceğim;  Air Chrysalis'i Pupa Hava olarak çevirmek ne kadar doğru bilemedim. Havadan Koza ya da Havadan Pupa daha iyi olabilirdi. Koza olması daha iyi fikir gibi, çünkü havadan iplik çekerek yapıyorlar. Ayrıca kitabın hikayesini fotoğraflayan birileri de aynı şeyi düşünmüş ki Air Chrysalis koza şeklindeydi. Neyse, bi de Peşava ve Reşava diye bişi gözüme ilişti Türkçe çevirisinde... Sonradan Tengo düzeltip Perceiver ve Receiver dedi, ama... Aman diyim.

Neyse farkındaysanız, yazıda Eriko Fukada'dan, Tarikattan, ve özellikle ufak tefek bişilerden bahsetmedim. Little People eğlenceliydi bence, ayrıca neden sadece o tarikate konuştuklarını ve neden tarikatın bu kadar içe kapanık olduğunu da anlamadım. Bütün insanlığı ele geçirmek niyetinde gibi durmuyorlardı, daha ziyade "şu insanlar da ne salak lan, ahaha çok sıkıcısınız" diyen küçük orman cinleri gibiydiler. Ki hiç orman cini görmüşlüğüm yok, sadece orman cinlerinin neşeli varlıklar olabileceğini hayal ediyorum. Ya da herkes süper kötü olmak zorunda değil. Valla ben Little People'ın alıcı olarak kullandığı dohtaların fiziksel olarak uygunsuzluğu dışında fenalıklarını görmedim :) Ayrıca, Murakami umarım bu algılayıcı-alıcı meselesinde çok imgesel yazmıştır, yoksa gerçekten biraz fazla sıradandı.

Bir daha okuyayım.... Eveeet kitabı okumayanlara hiç bir şey söylemeyen bir yazı daha yazmayı becermişim. Amacım da bu zaten. Okuyun, öyle gelin :)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder