5 Haziran 2014 Perşembe

Cle #5 Beni Asla Bırakma - Kauzo Ishiguro

Bir hayal kırıklığının romanı. 2 sene önce filmini izlediğimde o kadar sevmiştim ki, arada açıp tekrar izlerim. Film de uzun ve yer yer durağandı, ama bir yönetmenlik başarısı olarak hikayenin tüm kasavetini vermeyi başarıyordu, inceden inceye üstelik. Düğümü çözdüğünüzde her şey yerine oturuyordu.

Oysa roman tüm bunlardan çok uzakta. Sıkıcı, yorucu ve hayal kırıklığı. 270 sayfalık kitap sıkıcı olamaz, olsa da biter gibi geliyor değil mi? Bitmiyor, 4 oturuşta bitirmeme rağmen, sabırla okumak zorunda kaldım. Bir şey eksik, anlatımla ilgili bütün sıkıntı.

Arka kapak yazısını aynen kopyalayarak konudan bahsedeyim "Yatılı okul Hailsham'ın öğrencileri, bahçe duvarının arkasındaki karanlık ormandan çok korkarlar. Hafta sonları veya tatillerde evlerine gitmez., Hailsham'dan önceki yaşamlarını hatırlamazlar. Dış dünyayla bağlantıları yoktur. Öğretmenler değil, gözetmenler tarafından eğitilirler. Spor ve sanata büyük önem veren gözetmenler, Hailsham öğrencilerine sürekli özel olduklarını hatırlatır ve bedenlerine çok iyi bakmaları gerektiğini tekrarlar. 
Kazuo Ishiguro, yayımlandığı yıl Time tarafından İngilizce yazılmış en iyi 100 roman listesine alınan Beni Asla Bırakma'da, yıkıma götüreceğini bile bile kendi kaderini kabullenenlere odaklanmış görünüyor."

Bu noktadan sonra ağzımdan bir şey kaçırabilirim, uyarayım. 

Belki filmi izlediğim için, kitabı okumaya başladığımda üzerime büyük bir üzüntü çöktü. Ne olacağını biliyordum, o çocukların kim olduğunu biliyordum. Nasıl bir yıkımla karşılaşacaklarını biliyordum. Arka kapak yazısında bahsettiği kadere razı oluşları tuhaf geliyordu. Kimse neden isyan etmiyordu? Çünkü isyan etmeyi bilmiyorlardı, varoluşlarının sebebini o kadar kanıksamışlardı ki, bunun dışında bir hayalleri yoktu. Konuşmadan her konuda anlaşmış gibilerdi ve saf. Düşünceleri mantıksız olsa da bu onların gerçek dünyadan habersiz olmalarından kaynaklanıyordu. 

Eğer konuyu merak ediyorsanız filmi izleyin, kitabı okumanızı tavsiye edip sizi sıkıntı limanlarında tek başınıza bırakmak istemem. Çünkü film gördüğüm en iyi uyarlamalardan biri. Üstelik atmosfer yaratmakta yazardan daha başarılı.

Hakkaten söyleyecek başka bir şey bulamadım. Konunun, yani çocukların kim olduğu, neden böyle bir kaderleri olduğu, insanlığın nereye gittiğini falan hiç tartışacak itki vermedi kitap bana. 




26 Mart 2014 Çarşamba

Cle #4 Kirpinin Zarafeti üzerine.

Mart ayı için okuma grubumuzda kitap tavsiye sırası bendeydi. Aslında aylar öncesinden Muriel Barbery'nin Kirpinin Zarafeti  kitabını söylemeye karar vermiştim. O zamanlar işler bu kadar karışık, karamsarlık verici değildi. Belirsizlik hiç birimizin sevmediği bir durum olsa da, yüksek dozlusunun yanında düşük dozlusu ölümü görüp sıtmaya razı olmak gibi geliyor.

Velhasılı, kitabı ben 2011 sonunda okumuştum. Açık söyleyeyim çok sevmeme rağmen biraz da hatırlamıyordum. Bazı yerleri çok üstün körü geçtiğimi ikinci okuma sırasında anladım. Bilmiyorum bu ikinci okumayı Mithat istatistikten sayacak mı? Ama ben gerçekten detayları hatırlamadığım için tekrar okudum.

İyi ki de okumuşum. Sanırım 2011de yine kitapları çizmeme dönemimdeymişim, çünkü sadece bir paragrafın yanına bir işaret koymuşum.  Bu sefer öyle olmadı işler, bir ara tüm kitabın altını çizip bırakayım uğraşmayayım diye düşündüm.

Yazarı felsefesi olunca, kitabın içinin aforizmalarla dolu olma riski insanı biraz ürkütüyor. Oysa Kirpinin Zarafetinde durum bence biraz farklı. Kitabın özünde, başka türlü bir dünya düzeni mümkün mesajının olduğuna inanıyorum. Ama bu mesaj o kadar zarif, o kadar incelikli ki kafamıza dan dan bir şeylerleri çarpmıyor.

"Bayan Michel'de kirpinin zarafeti var: Dışarıdan dikenlerle zırhlı, tam bir kale, ama bence kirpiler kadar doğrudan bir rafinelik var. Onlar haksız yere duyarsız, uyuşuk görülen, şiddetle yalnız ve korkunç bir şekilde zarif hayvanlar."


Şu günlerde o kadar sıkılmıştım ki, yaşamakla ilgili hiç bir hevesim kalmamıştı. Biraz şımarıklık (tıpkı Paloma gibi) biraz orta yaşa doğru giderken beni benden alan yağmurlar, diğer yandan ülkenin hal ve gidiş notunun hiçliğe yaklaşması, hatta en çok bu. İleriyi görememeyince yaşamaktan vazgeçme hastalığından muzdaribim de. Bu kitap, tam da en doğru zamanda yaşamanın güzel bir şey olduğunu, hiç bir şey için değilse bile okumak, dinlemek ve dünyanın hareketi için buna değeceğini hatırlattı.

Kitap bize dışarıdaki dünyanın, tüm değer kümesiyle birlikte aslında bok gibi olduğunu söylüyor. Bunu Fransız orta sınıfına ait 8 daireli bir apartmanın kapıcısı ile o dairelerden birinde yaşayan Cumhuriyetçi bir ailenin küçük kızı aracılığıyla yapıyor. Kendini kapıcı dairesine gömmüş, orada gizli mabedinde sürekli okuyan, film izleyen, düşünen ve asla kendini dışarı açmayan Rene ile, 13. doğum gününde evini yakarak intihar etmeyi planlayan aşırı zeki kız çocuğu Paloma'nın , apartmana yeni taşınan Japon asıllı Kakuro Ozu sayesinde yakınlaşmalarına giden yolu ikisinin ağzından ayrı ayrı anlatıyor.

Yazarın tüm Fransız orta sınıfına, genel dünya düzenine, kapitalizme ve hatta direk insanlara olan içinde biriktirdiği tüm öfkeyi bu kadar ince bir şekilde kusmuş olması büyük başarı.

Aslında çok da eklemek istediğim bir şey yok. Benim çocukluk kahramanım Feride idi, Çalıkuşu'nu defalarca okumuştum. Kirpinin Zarafetiyle de aralarında zerre kadar bir benzerlik yok, ama şimdi Kirpinin Zarafeti'ndeki Paloma benim yeni çocuk kahramanım. Rene diyeceğimi zannediyordum ben de, uzun zaman, ama ben Rene olamayacak kadar dışarı dönüküm, onun kadar saklanmayı beceremem, istesem de yapamam. Ama Paloma kadar yaşamaktan sıkılabilirim.

Bence alın okuyun, cidden okuyun, altını çizmeseniz de olur, Palomaya uyuz olsanız da, Reneyi çirkin bulsanız da. Bu ne böyle deseniz de olur. Ama en azından bir solukta okuyacağınız bir kitapla bir süre düşünceniz dağılır.

Kitaptaki düğümün Japon karakterle çözüleceğinin habercisi bir kısım var, bu benim de Japonlar için düşüncelerimin bir kısmını kapsıyor (çok da düşünmedim açıkcası, uzaylı ile dünyalı arasında bir yerde olduklarına inanıyorum.)

Rene, Japon yönetmen Ozu'nun bir filmini izledikten sonra anlatıyor;

"Ama özellikle bir batılıların kavrayamadığı ve yalnızca Japon kültürünün aydınlattığı bir şey söz konusu. Olay örgüsü içindeki hiçbir şeyin neden olmadığı kısacık ve açıklamasız bu iki sahne niçin bu kadar güçlü bir duygu uyandırıyor ve niçin bütün filmi kendi silinmez parantezleri içinde tutuyor. İşte filmin anahtarı.

ŞETŞUKO: Asıl yenilik, zamana rağmen yaşlanmayandır.

... Geçici tutkuların ortasnda bu saf güzelliklerin patlak vermesi hepimizin özlem duyduğu şey değil mi? Ve bizlerin, Batı uygarlıklarının erişemediği şey de bu değil mi?
Bizzat yaşamın hareketlerindeki sonsuzluğun seyrine dalınması."

Şimdi bu yazıyı yazmak için, tekrar kitaba baktım, altını çizdiğim yerlere... Bazı kitapların üzerine konuşmak çok saçma geldi.

Cidden alın okuyun, okurken de şunu dinleyebilirsiniz, https://www.youtube.com/watch?v=o3WYNFlbHl0
Vivaldi 4 Seasons'un yeni bir yorumu, karanlık ve incelikli.




10 Mart 2014 Pazartesi

Cle #3 ve hatta belki 4-5? Haruki Murakami - 1Q84

Her şey A.'nın "1Q84'ü oku İngilizce öğrenmiş olursun; çok güzel çevirmişler İngilizce'ye mükemmel." demesiyle başladı. Vermem gereken bir İngilizce muafiyet sınavı olduğu için, bari alıştırma olur diye başladım okumaya. Az sonra okuma aşamalarımı göreceksiniz. Bence kitabın hikmeti buradan anlaşılabilir.

Ocak başında başladığım kitap, Ocak sonuna kadar iyi gitmişken, birden bire elimde sürünmeye başladı. Allah'tan tabletten okuyorum, yoksa çok acı dolu bir sürünme olurdu.
Neyse ki 1 aylık boşluktan sonra son 10 günde kitabın yarısından fazlasını okuyarak bitirdim.

1Q84 okuduğum ilk Haruki Murakami kitabı. Başka okur muyum çok emin olamıyorum. Çünkü kitabı okumamdaki birinci etken akıcı bir İngilizceyle çevrilmiş olmasıydı. Biraz ödev yapar gibi başladım açıkcası. Ama bu durağan anlatımı her zaman kaldıramayabilirim.

İnternete bakındım; spoiler vermeden nasıl konusundan bahsedebilirim diye. Herkes kitabın uzunluğundan, şeklinden şemalinden bahsettiği için hakkında -en azından sözlüklerde- çok bişi yok. Biraz var, ama çok değil.

Bizde tek baskı olarak çıkan kitap aslında 3 ayrı kitaptan oluşuyor; Nisan - Haziran, Temmuz - Eylül, Ekim- Aralık. Kitaplar Aomame ve Tengo'nun bölümlerinden oluşuyor, bölümler sıralı, tüm olaylar yaklaşık olarak bu iki karakterin bakış açısından anlatılıyor. Aslında bunların hepsi internette bulabileceğiniz şeyler.

Ben kitapla ilgili kendimce düşüncelerimi yazayım en güzeli. Birincisi ben farklı ülkelerdeki insanların yeme alışkanlıklarını ve günlük rutinlerini çok merak ederim. Haruki Murakami bu merakımı "oldukça" mükemmel bir şekilde gideriyor. O kadar ki bugün gitsem hiç sıkıntı çekmeden 1984 Tokyosunda şahane yaşarım. Nereden ne alacağımı, hangi yolun hangi yola bağlanacağını bildiğim gibi ne yenir, ne içilir, evde nasıl yaşanır, NHK ödemesinden nasıl yırtılır bunları da biliyorum.

Bir çok sevdiğim yazarın aksine (misal Palahniuk) bu bilgileri bize birden bir beyin fırtınası şeklinde vermiyor Murakami; devamlı tekrar ederek, neredeyse karakterlerin her kendi bölümünde tekrarlayarak hem onların hem çevrenin gündelik yaşantısını beynimize kazıyor. Bu da bu kitabın filme çekilme ihtimalini azaltıyor bence.

Çünkü bu okurken azıcık baygınlık veren tekrar ve sıradanlık, iki ana, Aomame ve Tengo, ve diğer karakterlerin de ne kadar yalnız olduklarını anlamamızı sağlıyor. 3. Kitabın sonunca İshukiwanın dediği gibi "Yalnız bir adam giderek daha da yalnızlaşır."

Karakterlerin hepsi tabii ki geçmişinde darbe yemiş, sert değilse bile derin darbeler almış, kendilerince bunlarla mücadele eden kimseler. Aomamenin yaşamla savaşı ile Tengonun savaşı sanki kadın ve erkek rolleri değişmiş gibi. Aomame daha hareketli, yüksek riskli ama dikkatini de her daim toplamasını sağlayan bir hayat yaşarken, Tengo neredeyse yaşamıyor, ev-okul-evli kız arkadaş-editörlük dörtgeninde neredeyse yok gibi.

İlk kitap, gerek karakterler gerekse olaylarla ilgili yeterli bilgiyi veriyor. O yüzden okuma hızıma baktığımızda ilk kitabı da göreli olarak mantıklı bir sürede bitirdiğimi görebilirsiniz. Ama ikinci kitap! 2/3lük kısmı o kadar yavaş bir şekilde ilerliyor ki, neredeyse bir şey olmuyor. Çünkü her bölümün başında karakterin rutinini, defalarca dinlediğiniz iç düşüncelerini okumaktan yorulduğunuz anda, karakter çok önemli bir bilgiye ulaşıyor ya da gazetede bir şey okuyor. Ayrıca cep telefonu ve internetin olmadığı o dünyada da iletişim mükemmelen kuruluyor. Bunun hatırlamak ve olabileceğini bilmek beni rahatlattı açıkcası. İkinci kitabın sonu ile 3. kitabın sonu arasında yaklaşık 700 sayfa vardı, ama 10 günde bitti işte. İşlerin nasıl bir hal aldığını buradan anlayabilirsiniz.

Yazar açtığı hemen hemen her parantezi kapatmış, bunu yapacağını da ikinci kitabın sonlarında anlıyorsunuz. O yüzden ikincinin sonu ile 3.yü okumak çok daha dikkat istiyor. Aomamenin çocukluğundan, Tengonun ailesine, Lider ve Eriko Fukada'dan, Dowager'a ve caaanım Tamaru'ya kadar, aklımıza attığı her çentiğin içini iyi/kötü dolduruyor. Benim kafamda soru işareti yok sanırım, biraz daha düşününce çıkar belki, ama yok, mızmız sürekli bahsettiği konuların hemen hepsine açıklık getirdi.

Kitabın sevdiğim bir yanı da, muhteşem tesadüfler oluyor. Amerikan filmleri ya da bizim saçma dizilerimiz gibi karakterler, birbirinin yanından 100bin kere geçip, tam birbirini görecekken ayrılıp, kaderin savurmasıyla saçma sapan dallı budaklı yollara sapmıyorlar.

Tesadüfler "oha bu da olmaz artık" dedirtse de 1Q84 yılında, gök yüzünde çift ay varken her şey olabiliyor. Ve bu olanlar, pek çoğu tesadüf, eldeki bilgileri takip edip varılan sonuçlar değil, sezgileri dinleyerek ulaşılan yeni sezgiler. Yaşadıkları hayatın zıtlığına rağmen, Aomame algılamakta çok iyiyken, Tengo ne yalan söyleyeyim biraz geriden geliyor, kendisine atfedilen parlak, zıpkın gibi fişek gibi öğrenci sıfatının yanındaki büyük matematikçi titri de bazen kurtarmıyor ne yalan söyleyeyim. Belki de erkek beyni böyledir, sayıları düşünmek olan bitenin arasındaki bağlantıyı düşünmekten daha basittir (kitabı okuyacaksanız, bu son cümlemi dikkate almanızı öneririm.)

Tengo ve Aemame arasındaki 20 yıl birbirlerini görmemelerine rağmen süren bağ, adına isterseniz aşk deyin, ilk başlarda komik gelmişti. Ama sonra ikisinin dünyasını anlayınca, biz yalnızlığın dibine asla vurmamışların anlayamayacağı bir ortaklığa sahip olmaları normal geldi.

Kitaptaki en sevdiğim karakter, şüphesiz Tamaru'ydu. Sakinliği, kendinden eminliği, gönderme manyağı halleri, pis bir işin içindeyken bile vazgeçmeden edebiyattan bahsedebilmesi, ama her şeyin ötesinde o kendi içine kurduğu şahane dünyası nedeniyle, evet ben en çok Tamaru'yu seviyordum. Kauçuk ağacım olsa ona emanet ederim.

Ve Aomame'nin dediği gibi "Dolu silah bazen patlamaz."

Gözünüz yiyorsa okuyun, 1200 küsür sayfa, Türkçe çevirisi de bence güzel.

Yalnız söylemeden geçemeyeceğim;  Air Chrysalis'i Pupa Hava olarak çevirmek ne kadar doğru bilemedim. Havadan Koza ya da Havadan Pupa daha iyi olabilirdi. Koza olması daha iyi fikir gibi, çünkü havadan iplik çekerek yapıyorlar. Ayrıca kitabın hikayesini fotoğraflayan birileri de aynı şeyi düşünmüş ki Air Chrysalis koza şeklindeydi. Neyse, bi de Peşava ve Reşava diye bişi gözüme ilişti Türkçe çevirisinde... Sonradan Tengo düzeltip Perceiver ve Receiver dedi, ama... Aman diyim.

Neyse farkındaysanız, yazıda Eriko Fukada'dan, Tarikattan, ve özellikle ufak tefek bişilerden bahsetmedim. Little People eğlenceliydi bence, ayrıca neden sadece o tarikate konuştuklarını ve neden tarikatın bu kadar içe kapanık olduğunu da anlamadım. Bütün insanlığı ele geçirmek niyetinde gibi durmuyorlardı, daha ziyade "şu insanlar da ne salak lan, ahaha çok sıkıcısınız" diyen küçük orman cinleri gibiydiler. Ki hiç orman cini görmüşlüğüm yok, sadece orman cinlerinin neşeli varlıklar olabileceğini hayal ediyorum. Ya da herkes süper kötü olmak zorunda değil. Valla ben Little People'ın alıcı olarak kullandığı dohtaların fiziksel olarak uygunsuzluğu dışında fenalıklarını görmedim :) Ayrıca, Murakami umarım bu algılayıcı-alıcı meselesinde çok imgesel yazmıştır, yoksa gerçekten biraz fazla sıradandı.

Bir daha okuyayım.... Eveeet kitabı okumayanlara hiç bir şey söylemeyen bir yazı daha yazmayı becermişim. Amacım da bu zaten. Okuyun, öyle gelin :)



4 Şubat 2014 Salı

Psy#1 ORKUN UÇAR -ASİ / Fantastik kurguda bir Türk yazar

TURK FANTAZI TURU
ILE ILK KARŞILAŞMA
Yazarın kitaplarıyla ilk kez 2007 yılında “ZİFİR” ile tanıştım. O dönemlerde epik-fantezi romanlarla oldukça haşır-neşirdim ve her yerde  Türk Yazarların bu işi beceremediklerini , korku –fantezi türünde iyi eserler çıkaramadığımız için de  bu türde sinema bağlamında da kısır kaldığımızı ortalıkta söyler dururdum. Gene bu konulara dem vurduğum bir ortamda,arkadaşlarımdan biri ZİFİR romanını elime tutuşturdu. O gece Orkun Uçar & Burak Turna fikir ortaklığında ,yazarların Türk kültüründeki korku öğelerini son derece etkili bir şekilde kullanılmış  olan İstabul’unda ,bir savaşın ortasında kendimi buldum . Aynı gün biten roman ,keyifli bir ( korku-fantezi) film seyretmişimcesine  dimağımda kalmıştı.

O  dönemde bu ikili en çok satanlar listesinde “ METAL FIRTINA” ile esip gürlüyorlardı. Politik kurgu konseptinde TİMAŞ yayınlarında uzunca bir müddet daha yazmaya da devam ettiler.Eğer yazarların aynı kişiler olduğunu anlasaydım yahut bu kitaplarda Timaş'tan yayınlansaydı çok ciddi bir önyargı ile yaklaşacağıma emindim. Ama sonrasında öğrenmek benim için fark etmedi, yazarların epik-fantezi eserlerini takip etmeye devam ettim.
ILK KITAP ASİ

 Zifir’den hem sonra  O.Uçarın Asi kitabına başladım . Kitabı çok beğendiğimi hatırlıyorum ve yıllardır devamını bekliyordum. En nihayetinde bu ay yayınlanan SİN /SARI İSTİLA  - ‘yı kitapçıdan aldığımda farkettim ki  geçen bu yedi yıl içerisinde Asi’ye dair hiçbir şey hatırlamıyorum .Bu da , bu kitabı 2014 yılı okumalarına tekrar katmama neden oldu.

Yıllar önce kurgusal anlamda çok beğendiğim ASİ’yi , şu anda okuduğumda eski heyecanı duyamadım açıkçası. Yazarın bir FRP  geçmişi olduğunu kesinlikle düşünüyorum ..

Asi'de bir zamanlar ARZ/Dünya olan yere , Derzulya adının verildiği yeni bir  düzeni kurulmuş , medeniyet sıfırlanmış ve geçmişten tamamen bağımsız teknolojiden uzak, büyü ve hayal gücünün uçuştuğu bir evren yaratılmış. Büyük kaostan öncesi , düzen kurucular dışında bilinmeyen bir sır olarak kalmış.

Serinin ilk kitabı olan ASİ Derzulya düzenin , ilerleyen dönemde başlayacak çatışmanın nedenlerini ve kurucuların geçmişlerini (bir kısmını) ve hazırlanılmakta olan büyük savaşın tetikleyici ve etkileyicisi olacak olan konuları anlatmış. Hikaye bu okuyuşumda da  bir şekilde zihnimde , ufacık bir kapı açıp  içinde hayal gücümü çalıştıracak bir iz bırakmadı değil. Oldukça yalın ve sade bir anlatıma sahip olduğu halde bazı cümle düşüklükleri , tasvir eksiklikleri bir şekilde kitaba dalıp gitmeme mani oldu. Kitaptan en çok kopmama neden olan konu (tekrar okuduğum halde) bu kadar çok karakterin olmayan bir dilde konulmuş isimlerinin bir noktadan sonra çorba haline dönmesiydi.

Fantazi yazmanın her zaman çok zor olduğunu düşünmüşümdür, çünkü “yaratıcı” olmak gerekir.Bence hiç görülmemiş  yaşanmamış bir evren ya da var olması mümkün olmayan canlı türleri yaratmak ,tüm bunları okurun zihninde canlandırabilmek ,sonrasında da  insanı kapıp götüren bir olay örgüsü oluşturarak edebi niteliğe kavuşturabilmek diğer türlere göre daha meşakkatli gibi.İşte burada epik-fantazinin  "edebi "kısmına da değinmek gerekiyor. Maalesef ki bir çok kişi tarafından tür  "hayalgücünün fazla çalıştığı"  gerekçesiyle gizli bir küçümseme ve de alaycılıkla uzak durulmakta ya da eleştirilmektedir.Bu uçuk-kaçık fikirlerin dolu olduğu eserde yazar ve okuyucu “insan “ olduğu müddetçe - yapay zekaya sahip bilgisayarların kendi kendilerine kitap yazdığı bir dönem şu an çok uzak olsa da imkansız değil bence : ) -  eserin "edebi" kalmasını sağlayacak ortak bilinç ve duygu alışverişi var olacaktır.

Epik Fantezi türünden çıkıpta Asi’nin bu tür içindeki yerine baktığımda , dünya edebiyatında küçük bir çakıl
KÜÇÜK KAYA -ASİ
BÜYÜK KAYA -YENİ KİTABINDAKİ
BEKLENTİM
taşıyken , Türk edebiyatında , önyargıların yıprattığı bir kaya olduğunu söyleyebilirim.

Asi , kendi evrenini anlatmayı başarmış ama hikayesini henüz oturtamamış bir kitap.Bu kitabın yıllardır aklımda bu kadar yer edinip kalmasının nedeni kitabın bir roman değil, bir romanın başlangıcı olması ;öncesindeki boşlukları ya da gelecekte olabilecekleri kendi hayal gücümle doldurmuş olmamdır.Bu bağlamda Sin için beklentim çok daha büyüktür.

Yazım beklediğimden çok daha uzun sürdü ve konusu benim Asi notlarımdan ziyade TürK Fantazi türü ile ilk buluşmamın ve çevresiyle olan dertlerimin hikayesi gibi oldu.

Bu arada iki noktaya da değinmeden geçemeyeceğim ; 
1-Beraber yazdıkları eserlere rağmen Burak Turna kafası fikirlerle dolu ama kesinlikle kendini ifade etmekten yoksun bir yazardır
2-Türk Fantazi türü iki yazarla kısıtlı değildir. Mesela bir Erbuğ Kaya vardır ,Giddar'ıyla  bu türde bir adım öne  geçmektedir.




Seda -2014 Meydan "Okuma"sı

2014 yılı için meydan okumayı en iddasız (25 kitap) haliyle katılmış bulunuyorum.Şu aralar okumaya heveslendiğim o kadar çok kitap var ki aslında ..
Goodreads listem aşağıdaki gibi , ama ben daha şimdiden o listenin dışına çıkmış durumdayım.


https://www.goodreads.com/review/list/9128096-seda?shelf=to-read

26 Ocak 2014 Pazar

Cle#2 İnsanın Dört Zindanı - Dr. Ali Şeriati

Dr. Ali Şeriati'nin Nisan 1981'de Almanya'da bir üniversitede yaptığı konuşmanın Hüseyin Hatemi tarafından Türkçe'ye çevrilmiş metni aslında okuduğum. Bugün bir arkadaşım bıraktı, bir saat içinde de bitirdim. 61 Sayfa olduğu için de kitap olarak sayabilir miyiz bilmiyorum. Saymak da değil derdim aslında, söylemlerinin ilham vericiliği. Din için insan-beşer ayrımı nedir? Beşer'in insan olma yolundaki dört zindanı yani saplanıp kaldığı ve ötesini düşünmeye kendini zorlamadığı inanışları; "biyoloji" sosyoloji" "materyalizm" ve "tarihçilik" neden zindan olarak tarif ettiği gibi düşündürücü mevzular var

Beşer ile insanın ayrımını kısaca söyleyerek kitaba ilginizi çekmeye çalışayım; beşer olduğumuz organik yaratıktır,  hayvanlar aleminin kordalılar (Chordata) şubesinin memeliler sınıfına ait türdür. İnsan ise olunan bir şeydir. Tüm engellere rağmen olunabilen bir şeydir.

Çok hızlıca okudum, ama bence bir kaç kere okunulması, tartışılması, düşünülmesi gereken bir kitap. Muhtemelen Ali Şeriati'nin diğer kitapları gibi.

12 Ocak 2014 Pazar

Cle#1 Maximilian Ponder'in Muteber Beyni

Kitap, okuma grubumuzdan Berna'nın önerisiydi. Yani bu kitabı Seda ve Mithat da okudular.
İlk yorumu yazıyor olmak biraz gergin bir durum aslında. Zira içerik ne olacak, nasıl yazacağız gibi şeyleri hiç konuşmadık. Ben de içimden geldiği gibi yazayım dedim ve vira bismillah!

Kitabın yazarı J.W. Ironmonger Doğu Afrika'da doğup büyümüş ve şu anda İngiltere'de yaşıyor. Tıpkı kitabın kahramanları Max ve Adam gibi. Yazar bu durumu inkar etmiyor ve kitabın sonundaki 21 maddede, kitapta neyin gerçek neyin kurmaca olduğunu bize söylüyor.

Kitap sondan başa, doğru, aslında ileri geri gidiyor. Her anısını kaydetmek, beyninin katalogunu çıkartmak ve böylece belki bir şey ispat etmek çabasındaki Max 21 yaşında kendisini evine kapatır. Dış dünya ile tüm bağlantısını çocukluk arkadaşı Adam sağlar. Kitap Adam'ın Max'i ölü bulmasıyla başlıyor (bu spoiler sayılmaz kitabın arka kapağında da yazıyor.) ve Max'in tüm anları ve anılarıyla doldurduğu defterlerden örnekler ve Adam'ın bunlara karşı yorumları, eklemeleri ve o günü anlatmasıyla devam ediyor. Aslında kitap, Max'in çılgın katalogunu da içeren bir tek günü anlatıyor. Hepsi bu.

Hafıza, insanın anılarıyla var olması, insan öldüğünde tüm yaşadıklarının kaybolup gitmesi (her ne kadar birileri tarafından fotoğraflansa, yazılsa, kayıt altına alınsa da), dünyaya aslında hiç bir şey bırakamayacak kadar zavallı oluşumuz gibi konular benim neredeyse ana meselemdir. Dream Catcher filmini sadece hafıza odaları yüzünden severim, Memento'yu hafızasız ne kadar aciz olduğumuzu anlattığı için, Eternal Sunshine'ı bir gün hafızanın sadece istenilen bölümleri silinebilir mi sorusuna cevap aradığı ve biz biz olduktan sonra karşımıza aynı seçenekler çıktığı taktirde yine aynı seçimleri yapacağımızı anlattığı için.
Ama gelin görün ki kitabı sevmedim, sevemedim. Birincisi, çok iyi başlamıştı, heyecanlı gibi duruyordu, ama heyecanlanmadı. Adam karakteri ile empati kurmama, Max'i bir karikatür kadar sevmeme rağmen yok aramızda bir kimya oluşmadı. Hani aynı filmlerden, kitaplardan, müziklerden hoşlandığın halde iki kelam edemediğin insanlar vardır ya, aynen onlarla ne hissettiysem bu kitapla da onu hissettim. Son derece normaldi :)

Ama okunmaz mı? Bence okunur, hatta herkes okumalı ve bir kere düşünmeli; (çok romantik bir soru ama) ben ölüp gittiğimde ne olacak? Unutulup gitmek, her doğumlunun kaderi mi? Ve yaşamımız boyunca öğrendiklerimizin ne kadarı anlamlı bilgi? Anlamlı olması gerekiyor mu? Bir bilgiyi nesiller boyunca aktarmak bir ölümlünün beyninin görevi mi yoksa yazılı kaynaklar zaten bunun için mi var? Bir ölümlü yaşadıklarından daha fazla nedir ki? Geriye dönüp baktığımızda hatırladıklarımız gerçekten o anda yaşadıklarımızın ne kadarı?

Bugün bir söz okudum, insanlar yaşadıklarını unutur, söylediklerini de unutur ama ne hissettiklerin asla unutmazlar diyordu. Belki çılgın Max bunu ıskaladı.

Bir de, yazarın aklına bu fikrin ilk ne zaman düştüğünü bulmaya çalıştım. Genelde böyle bir şey yapmam, ama sanki bu kitap evet benim içimde çekirdeğim saklı diyordu. Benim fikrim şu kısmın kitabın başlangıcı olabileceği yönünde;

"Işığın sesten çok ama çok daha hızlı olduğunu öğrenecekti. Gördüğümüz ve duyduğumuz her şeyin bir ölçüde geçmiş olduğunu anlayacaktı. Ama o gün bir kahindi çocuk, peygamberdi. O gün kısacık bir an için de olsa geleceği görmüştü. Artık özel biriydi."

Kitap da aslında yukarıda sorduğum soruları soruyor, sürekli soruyor hem de. O kadar çok soruyor ki, dostum artık sadede gel diyorsun.

Karakterlere gelince, Max ve ailesi sevimli, egzantrik olmakla beraber biraz karikatür gibi, hepsinin sınırları fazla belli. Buna rağmen sevimliler. Biraz bencil, şımarık zengin çocuğu gibi gözükse de Max gayet sevilesi bir karakter.

Adam'a gelince, her ne kadar Max'e göz kulak olurken, onun sayesinde iş güç para pul sahibi olsa da, görevine ihanet etmemesi, Max'e özünde kızsa da söylense de asla onun kurallarının dışına çıkmaması ve sonuna kadar (hadi sonu pek karıştırmayalım, sonunda bence biraz ihanet ediyor ki bunu affedilir bulmuyorum) görevini yerine getirmesini saygıyla karşıladım.

Yine de düşünmedim değil, benim bir arkadaşım 21 yaşında kendimi kapatacam, tüm hatırladıklarımı yazacam ve beynimin katalogunu çıkartıp insanlığa sunacam dese, git bir çay koy içelim derdim.

İlk yazı bu kadar olsun.